İnsan sevgiyle bütün ömrünü geçirebilir ama nefretle uzun boylu yaşayamaz. Nefret insanı yavaş yavaş çürütür, parçalar çünkü. Herkesin birbirini ittiği, birbirinden kuşkulandığı, birbirinden bazen küçük sebeplerle, bazen sebepsizce nefret ettiği bir hayat yaşıyoruz.
Herhangi bir işte başarılı olmuş, başarılı olmaya yaklaşmış, hatta bazen sadece başarısız olmamış insanlara durumdan alakasız, abartılı şekilde öfke duyuyoruz. Böyle hikayelerin içimizdeki başarısızlık yaralarını kanırtmasına izin veriyoruz.
Bizim gibi olmadığı için, başka bir şeylere bağlı yaşadığı, inandığı, kendini başka bir yere ait hissettiği için görünür her yerden yok olup gitmesini istiyoruz insanların. Sanıyoruz ki insanların sevilecek bir tarafları olmadığı için, kendilerini sevdirecek bir şey yapmadıkları için ısınamıyoruz onlara. Kaç kişi için geçerli olabilir ki bu?
Biz onlarca, yüzlerce insandan ürkütücü şekilde nefret ediyoruz. Belli ki içine düştüğümüz bu nefret kuyularını açanlar başkaları değil... Nefret ediyoruz çünkü biz artık hiç kimseyi sevemiyoruz. Başkalarını sevemiyoruz çünkü kendimizle aramız iyi değil... Hayatımızla barışık olamıyoruz, doğduğumuz yerle, içinde yürüdüğümüz hikayeyle, yan yana yaşadığımız insanlarla barışık olamıyoruz.
Gençliğimizle, yetişkinliğimizle, yaşlılığımızla, hayatın içinde olduğumuz evreleriyle ve evet, ölümle barışık olamıyoruz. Hayatımızın sevilecek yanlarını bulamıyoruz, hissetmemiz ve derinliğine yaşamamız gereken şeyleri yaşamadan geçiyoruz. Biz hiç kimseyi, hiçbir şeyi sevemiyoruz, çünkü kendimizi sevemiyoruz. Sevme kabiliyetimizi neredeyse tamamen kaybettik, kaybediyoruz. Temeli çürük binalar gibiyiz, kendimizi sağlam hissetmiyoruz.
Kuş konsa üstümüze büyük bir gürültüyle çökeriz, yıkılırız sanıyoruz. Bu korku yüzünden kuş bile kondurmuyoruz üstümüze, herkesi can havliyle uzaklaştırmaya, itip kakmaya çalışıyoruz. Hiç kimsenin hayatımızda yer etmesine, kalbimize girmesine, hikayemize nüfuz etmesine izin vermek istemiyoruz, çünkü kaybetmekten korkuyoruz.
Çünkü sahip olmazsak, garantiye almazsak, zapturapt altında tutmazsak sevemeyiz sanıyoruz, seversek yaralanırız sanıyoruz, yaralanırsak acı çekeriz sanıyoruz. Yol açacağı hiçbir acının sevmenin içimizde donattığı şenliği gölgeleyemeyeceğini, görünüşte kaybedilen hiçbir şeyin kalplerden düşülmediğini hesap edemiyoruz. Sevgi bankaya yatırılabilir bir şey değil, kasalarda saklanabilir, kilit altına alınabilir bir şey değil...
Bu dünyada sevdiğimiz her şey bizim gibi fani... Ama sevgi bakidir. Elenen toprağın akıp gitmesi ve geride altın parçacıklarının kalması gibi her şey elenir, akar gider, sevgi o altın parçacıkları gibi daima ışıldar durur. Biz neyin önemli olduğunu unuttuğumuz için eleği kurtarmaya çalışıyor, gözlerimize o ışıltıyı bağışlayacak emeği, gayreti, sabrı göstermeyi göze alamıyoruz.
Sevgi insanı hayatıyla bütünleştirir, nefretse parçalar her şeyi... Biz ahenkle büyümeyi, çoğalmayı, zenginleşmeyi değil, nefretle çürümeyi, parçalanıp un ufak olmayı seçiyoruz. Nefes alıp vermek neyse insan için, sevmek de o... Sevmeyi başarmadan belki sureta yaşayabilir insan; ama bir hayatı olur mu gerçekten? “Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insanın şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabildiğini anladım” diyor Viktor E. Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabında