Bugün tükettiğimiz buğday, binlerce yıl ıslah ederek tükettiğimiz buğday çeşitleri değil. Hatta 60-70 yıl önce tükettiğimiz buğdaylar da değil. Bugün tüm insanlığa dayatılan buğday “Yeşil Devrim”le beraber Rockefeller Vakfı’nın 1946 yılında Meksika’da başladığı çalışmaların sonucu oluşturulan buğday cinsleri. İnsanların beslenmesini ve sağlığını gözetmeyen, birim alandan en fazla ürün almayı hedefleyen çalışmaların ürünü. Verimleri ancak kimyasallarla artırılabiliyor.

Sağlığımız üzerindeki olumsuz etkileri bir yana buğday tohumları artık şirketlerin elinde ve çiftçi her yıl bu tohumları satın almak zorunda. Dört küresel şirket tohum ve kimyasal zehir piyasasını, 10 küresel gübre şirketi de gübre piyasasının yüzde 50’sini eline geçirmiş durumda. Bu tarz üretimin şirketlerin önünü açması kaçınılmazdır. ABD, Kanada, Avustralya, Fransa, Ukrayna ve Rusya gibi geniş ekim alanlarına sahip, endüstriyel buğday üretimi oturmuş ülkeler buğday ihracatının tamamını karşılıyor. Türkiye ise 2020 yılına gelindiğinde Endonezya’nın ardından dünyanın ikinci büyük buğday ithalatçısıdır.

1950’li yıllarda ülkemize dayatılan endüstriyel tarım yöntemleri devlet tarafından çiftçiler desteklenerek yaygınlaştırıldı. 1980’li yıllarda ise IMF, Dünya Bankası ve daha sonra DTÖ eliyle dayatılan neoliberal politikalarla devlet destekleri durduruldu. Desteklemelerden mahrum bırakılmış, yoğun girdi kullanımına mahkum edilmiş çiftçilerin hem girdi tedarikinde, hem de pazarlamada şirketlere bağımlılığı arttı.

Son yıllarda ülkemizde üretilen buğdayın çiftçilerden alım fiyatı hasat dönemlerinde TMO tarafından ithalat yapılarak baskılanmaktadır. 2021 kurak bir yıl olmuş, buğday üretiminde ciddi kayıplar yaşanmıştır. Mayıs ayında Bakan Pakdemirli çok iyi bir fiyat verdiklerini söyleyerek ve hatta övünerek buğdayın fiyatını 2 bin 250 TL/Ton olarak açıklamıştı. Daha sonra TMO’ya yaptırılan sıfır gümrüklü buğday ithalatı ihalelerinde bakanın açıkladığı fiyatı ikiye katlayan buğday alımları yapıldı. Üstelik bu buğdaylar sanayiciye ithalat fiyatının çok daha altında fiyatlarla devredilerek yine şirketler desteklendi.

Bu ekim döneminde dışa bağımlı olduğumuz petrol ve kimyasal gübre vb. girdi fiyatlarında büyük artışlar yaşandı. Kur artışları da girdilerde günlük, hatta saatlik artışlara neden oldu ve olmaya da devam ediyor. Üretici ilk defa kimyasal gübresiz ekim yapmak zorunda bırakıldı. Bütün bunlar gelecek günlerin daha da kötü olacağının, ithalata ve şirketlere daha da bağımlı olacağımızın işaretleridir. Sadece buğdayda, ekmekte değil bütün ürünlerde yaşanan bu durum gıda krizidir. Daha doğrusu endüstriyel tarımın krizidir. Pandemi dönemi ve yaşadığımız kriz, endüstriyel tarımın ne kadar kırılgan, sorunlu bir üretim tarzı olduğunu ve yoksulları açlığa mahkum edeceğini göstermiştir.

Gıda enflasyonu herkesin gıdaya ulaşabilmesini engelleyerek gıda güvencesini, ithalata dayalı uygulamalar nasıl üretildiğini bilmediğimiz gıdalara mahkum ederek gıda güvenliğini yok etmektedir. Hem gıda güvenliğini, hem gıda güvencesini sağlayacak olan halkın kendi gıda sistemi yani Gıda Egemenliğidir. Bugün paylaşmaktan, dayanışma içinde olmaktan ve birlikte gıda egemenliğini inşa etmekten başka yol yoktur.

Çiftçi-Sen olarak

Biz çiftçiler olarak üretime devam etmek, halkımızı beslemek istiyoruz. Bunun için;

Çiftçileri girdilerde şirketlere bağımlı kılan endüstriyel tarımsal üretim sisteminden vazgeçilmeli; yerel, atalık tohumlarla ve geleneksel yöntemlerle üretim yapan üreticiler desteklenmeli, kamu tarafından taban fiyat uygulanmalı ve destekleme alımları yapılmalıdır.

İthalat yapılarak şirketler desteklenmektedir. Halkın gıda ihtiyacını karşılamak için yapılması gereken şirketlere verilen desteğin kesilerek küçük aile tarımı yapan çiftçilerin üretmesini sağlamak olmalıdır.

Sertifikalı şirket tohumlarına destek verilmesi yerine, kuraklığa dayanıklı ve değişen iklim koşullarına çok daha kolay uyum sağlayabilen atalık, yerel tohumların ekimi teşvik edilmeli, desteklenmelidir.

Çiftçilerin sendikalaşmasının önündeki her türlü antidemokratik engeller kaldırılmalıdır.

Türkiye BM Kurulunda kabul edilen kısa adı “Köylü Hakları Deklarasyonu” olan “Köylüler ve Kırsal Alanda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi’ni amasız, fakatsız kabul etmeli ve uygulamalıdır.

Üreticilerin söz ve karar sahibi olduğu demokratik bir tarım programı oluşturulmalı ve uygulanmalıdır” şeklinde açıklamalar yapıldı.