Karasu Haberleri ve Öncü Karasu süreli yayınlarında yaklaşık 2 yıldan beri hobim olan Karasu’nun kültürel ve tarihi mirası hakkında derlediğim araştırmalardan bazı bölümleri sunmaya çalışıyorum. Konu kültür ve tarih olunca haliyle ilgilisinin dikkatini çekiyor sadece. Karasu basınında Karasu’yu yazmanın bazı dezavantajlarını görmeye başladım zamanla. Her şeyi bildiğini sanan bazı çevreler siyaset, sosyoloji, felsefe, sanat, spor, basın vs. konuşmamızdan rahatsız oluyormuş. “Sen bu işlere karışma, tarihçiliğini yap! Yoksa bir gün sana haddini bildiririz!” gibi tehditlerle hemen her gün karşılaşıyorum. Bu kişilerin genelinin ilk, orta ve lise düzeyinde olması karşısında bazen ne yapacağını gerçekten bilemiyor insan.
Tarihçi olmamızdan dolayı dar görüşlü bazı çevreler tarafından sadece tarih yapmamız isteniyorsa; son dönemlerde tarihin, tarihi şahsiyetlerin siyasi, dini ve ideolojik hesaplaşma, didişme, kavga, çekişme ve namus meselesi haline getirilmesi konusunda düşüncelerimi sunmak istiyorum. Türkiye’de tarih, bir hesaplaşma vasıtası olarak kullanılıyor. Akademide ve akademik çalışmalarda bile bu kendini hissettiriyor. Ünlü Tarihçi Leon Ernest Halkin’e göre tarihi bilgi, sonraki nesillere aktarılmaya değer olandır. Bu konuda Türkiye’de çok acı şeyler yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir.
Tarihi, Türkler kadar eski, zengin, renkli, büyük başarılar ve büyük üzüntülerle dolu bir millet pek yoktur. Fakat aynı zamanda tarihi; hesaplaşma, çekişme, didişme, kavga ve ideolojik mücadele alanı haline getiren başka bir ulus da yoktur.
Türkiye’de tarih, II. Meşrutiyet’ten sonra bir hesaplaşma mücadelesi haline geldi. Basın tarihi alanında yüksek lisans tezimi kaleme alırken incelediğim gazetelerin neredeyse tamamında önceki rejim olan Sultan II. Abdülhamid ile ilgili hakaret yarışına girildiği görülür. Bu dönem, bazı tarihçiler tarafından basın tarihinin en özgür dönemi olarak değerlendirilir. Fakat bu özgürlük hakaret özgürlüğüdür. Siyasi partiler, basın mensupları ve gazeteler birbirine öylesine hakaretler eder ki, 1913’te Bab-ı Ali Baskını adı verilen hükümet darbesiyle Meşrutiyet yönetimine el koyan İttihat ve Terakki liderleri, siyasileri ve basın mensuplarını gemilere doldurup Sinop hapishanesine göndermişlerdir.
Popüler tarihçiliğin en büyük sorunlarından biri de inanç alanlarının tarihe yansıtılmasıdır. Üzerinden 90-100 sene geçtiği halde tarihi şahsiyetler üzerinden hain, kahraman tartışması bizlere yakışmaz. Bizler tarihi; dini, siyasi ve ideolojik kavga aracı haline getirmeye devam edersek bu kavga 100 yıl daha devam edecektir.
Fransa gibi ülkelerde kraliyetten cumhuriyete geçişte hanedan mensupları ve onlara yakın kişiler hain damgası yiyerek idam edilmiş, büyük acılar çekilmiştir. Fakat günümüzde Fransız burjuvazisi ve entelektüeli orta yolu bulmuş, onların isimlerini okullara, kamu binalarına vermiştir. Üstelik bizim tarihimizde cumhuriyeti ilan eden kadroların Osmanlı’ya bir kırgınlığı bulunmamaktadır. Sadece Lozan Antlaşması gereğince 150’likler listesi hazırlanmış ve yurt dışına gönderilmişlerdir. Onların da çoğunu gazeteciler, siyasetçiler ve hanedan mensupları oluşturmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Sultan II. Abdülhamid, Damat Ferit veya Vahdettin hakkında olumsuz bir karar yoktur. TBMM’de haklarında olumsuz tek bir kanun dahi çıkmamıştır.
Fakat ilerleyen dönemlerde bazı kişilerin bazı aşırılıkları oldu. Buna karşı da bazı kişiler, özellikle 1950 sonrasında, tarih metodolojisinden yoksun şekilde tarihi bir siyasi hesaplaşma aracı, namus haline getirdiler. Tarih, kimsenin namusu değildir. İki çevre birbirine belge ve kaynaklardan yoksun şekilde cahilane sözler söylüyor ve insanlar, hiçbir araştırmada bulunmadan söylenen dedikodulara inanıyor yahut taraftar oluyorlar. Bu yüzde Türkiye’de birkaç nesil düşünemez hale gelmiştir, zehirlenmiştir!