Kıyametin hışırtılarını duyabilmek...

Nasıl ki İslam kültürünün içinden çıkardığı çok önemli düşünürler, ilim insanları tüm insan uygarlığı bütününün bir parçasıysa, Batı'nın açtığı Aydınlanma/modernite evresi de, bize çok yabancı uzak evrenlerin değil, insanlığın ortak hikâyesine aittir.

Bunların birbiri ile rekabet etmeleri, hatta kıyasıya savaşmaları da birbirlerinden etkilenmedikleri, faydalanmadıkları, hatta birbirinin içine geçmediklerini göstermez, hatta tam da bunu kanıtlar. Savaş en şiddetli ilişki biçimidir.

Batı ve Doğu'yu kategorize eden, onları ayrı ve karşıt evrenlere yerleştiren düşünce, modernitenin yıkıcı ama merkezi ürünlerinden birisiydi. Bu manada Aydınlanma, çok sert “hakikatlerin” dönemi de sayılabilir. Tanımların köşeli, kesin ve net olması, doğrusal bir tarih anlayışı, insanın kendisini sonsuza kadar tekamül ettirebileceğine dair inanç, negatif gücünü dinin ve Doğu'nun ötekileştirilmesinden, sermayesini de Kilise'nin köklü kurumlarının ve Doğu'nun yağmasından alıyordu.

Bu sert “hakikatler”, yaşamın bütünlüğü ve insanın doğası ile çelişir haldeydi. İnsanı sadece maddi ihtiyaçlarına ve onların giderilmesine indirgeyen süreç, vicdanın ve maneviyatın da bürokrasiye, bilime ve teknolojiye indirgenmesiyle kendisini Auschwitz'lerde kan içinde debelenirken buldu.

Bu Batı'nın kötücül Doğu'nun ise saf olduğu anlamına gelmiyor, tıpkı Doğu'dan iyi bir şey çıkmayacağına dair seküler takıntının yanlışlığı gibi.

Bugün itibarıyla, Batı, bilimin, kültürün ve demokrasinin bu yorumu ile ciddi bir kriz yaşadığını fark ediyor. İnsanın anlam, toplumsallık ve bütünlük arayışının, hakikatin sadece akılla, somutla değil, somutun ötesindeki realitelerde tamamlanacağı yavaş yavaş kabul ediliyor. “Seküler” ve “kutsal” birbirini yemeyi bırakmışa benziyorlar.

Ama bu henüz ete kemiğe bürünmemiş, havada sallanan nötre yakın bir durumdan öteye geçmiyor. Yeni paradigma üzerinde henüz anlaşılmış değil.

Çünkü Batı'nın da, Doğu'nun da başını kaldıramadığı farklı sorunları var. Batı'daki sorun hakkında çözüm öneren Robert N. Bellah şöyle diyor: “Bugün Kilise'nin de, seküler kültürümüzün de bize sağlayamadığı, hayatın bütünlüğünü htiren bu sembolleri bize yeniden sunabilecek unsurları gerek kendi kültürümüzde gerekse bir başka kültürde arayıp bulmalıyız.”

Batı soruyu değil, soru sormanın kendisini dahi unutmuşken, Doğu'da, Ortadoğu başta olmak üzere canıyla uğraşır, radikalliklere savrulurken, bu cevaplar nereden çıkabilir sizce?

Bence hiç tevazu göstermeden, Türkiye'nin bu eşsiz role aday olduğunu ifade etmeliyim. Hilal Kaplan'ın dediği gibi Türkiye, adil, ana akım ve makul olanı temsil eden özgün halleriyle, üzerine biraz daha eğilirse, yeni paradigmaya önemli katkı yapacak ülkelerin başında geliyor.

Bunun nedenlerini dünkü yazıda anlattım. Türkiye'nin özel durumu, hem Avrupa'ya komşu, hem de geniş kitlelerin moderniteden az etkilenerek kimyasının bozulmamış olmasıyla, daha doğal bir süreçten geçmiş, inançları ve değerleriyle radikal kopuşlar yaşamamıştır.

Dünyanın, insanın hem cismani hem de ruhani yönünü kucaklayan ve böylelikle çağımızı çarpıtılmamış bir biçimde kavramamızı sağlayacak bir paradigmaya ihtiyacı vardır. Teknoloji, bilim, hukuk, bürokratik devletin bütünleşmiş insan tarafından yeniden yorumlanması, daha makul bir insan geleceği için şarttır.

O zaman, ülkemizde, Aydınlanma'nın kötü bir versiyonunun vesayete dönüşmesi ve bu vesayeti kaybetmemek adına gittikçe hırçınlaşması ile vuku bulan “kutuplaşma” olgumuzu daha verimli bir zemine oturtmamız gerekiyor. “Kutsal” ve “seküler” birarada kutuplaşmadan varolabilir. Bakın çatışmadan demiyorum. Çünkü çatışma kaçınılmazdır, hele oyunun kuralları iyi belirlendiğinde toplumu tekamül ettirir.

Leszek Kolakowski'nin dediği gibi “Çatışmasız bir dünya kıyametin hışırtısını keser o kadar, yani gelir de duyamazsınız.”