Öküz sürüleriyle aslan sürüleri arasında geçen hikayeyi biliyorsunuz ya da duymuşsunuzdur.
Aralarında yaptıkları pazarlıklardan öküzler, birer birer aslanların pençesinde can verirken, içlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sorunca "Biz" demiş, sarı öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı. Sarı öküzü vermeyecektik..."
Hikayeyi analiz ederken bir metafor olarak, Aslan sürüsünü "Emperyalist Devletler", öküz sürüsünü ise "Emperyalist devletlere bağımlı devletler" olarak ele alalım.
Aslanların sözde barış istekleri ile tek-tek öküzleri parçalayıp yemeleri ve diğer öküzlerin de bunu kabul etmesidir.
Nasıl ki, aslanların doğasında saldırganlık, parçalayıp yemek, yok etmek varsa; emperyalist devletlerin doğasında da saldırganlık ve savaş vardır! Toprak kazanmak, ülke halklarını sömürmek ve ekonomik, askeri, siyasal çıkarlarını gerçekleştirmek için savaş, emperyalistlerin temel aracıdır!
Emperyalist devletler, bağımlı kılmak, sömürmek istediği ülkeler şayet boyun eğer ve her dediklerini yaparsa, açık işgal ve savaşa ihtiyaç duymayabilir de... (!) Günümüzde, yeni sömürgecilik böyle işliyor!
Bir dönem Dünya Bankası kredi işleyişinde görev almış bir kişi olan Amerikalı Ekonomist John Perkins, "Bir Ekonomik Tetikçinin Kitabı" adlı eserinde ABD'nin geri kalmış ülkeleri kazanma, ele geçirme mekanizmasını şöyle anlatıyor:
"Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç para verip otobanlar, yollar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra, bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip, daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece, verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye Dünya Bankası, IMF ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine girmez. O ülkede proje yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.
Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev hava yolları yapılır. Aslında, insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır, o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum, bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur.
Bu o kadar büyük bir borçtur ki, ödenmesi imkansız. Plan böyle işler! Sonunda ekonomik danışmanlar /tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; bize büyük borcunuz var, ödeyemiyorsunuz. O zaman stratejik kaynakları bize satın ya da ortak edin. Askeri üstlerimize yer gösterin! Askerlerinizi, birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, BM'de bizim için oy verin!"
John Perkins'in ifade ettiği bu sinsi emperyalist politikanın başarılı olması ve olan-bitenleri bilmemesi açısından ise halk, din ile afyonlanır; vatan millet edebiyatı ile uyutulur.
Oysaki, halkı uyutanların sahte bir din anlayışı olup, vatan-millet kaygıları ise hiç yoktur!
Onların tek kaygısı, emperyalistlere işbirlikçilik ile siyasi İkbal sağlamak, çıkarlarını korumaktır. Bunu önlemenin yolu da birliktelik sağlayacak temel politikalar üretmektir. "Sen şusun, busun" gibi ayrıştırıcı dil kullanarak emperyalizmin ekmeğine yağ süren siyasi anlayışla bu birlikteliği gerçekleştirmek mümkün değildir.
Sadece yerli otomobil, İHA, SİHA, tank, gibi savunma gücümüz sömürülmenin önünü kesmez. Bunlar elbette ki çok verimli başlangıç ancak uluslararası düzeyde bir etkisi olmalı, kabul görmeli. Yoksa sadece 3.dünya ülke pazarlarında kabul görmek yeterli değildir. Dünyanın ekonomisi en iyi 10 ülke içinde yer almak istiyorsak yerli stratejik kaynaklarımızı emperyal güçlerle paylaşmak yerine kendimiz kullanmalı, kendimiz pazarlamayız.
Cumhuriyetin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün bu günlere ışık tutan şu sözünü iyi anlamalıyız:
"Özgürlüğün de, eşitliğin de adaletin de dayanağı ulusal egemenliktir."